ŞEHİRLER Mİ KÜSTÜĞÜMÜZ?
Mekânlar insanı üzer mi, kırar mı? Şehirler mesela sevgi ya da kızgınlık sunar mı insana? Hatta vatan denilen ülkeler dost ya da düşman olabilir mi insan için? Bana göre evet. Eminim birçoğunuz da bana katılır bu cevapta. Bir toprak parçasına anlam yükleyen nedir? Gökyüzü her yerde aynı gökyüzü ise belli bir mekânda onu insan için farklı kılan ne olabilir? Çiçeğiyle, ağacıyla, dağıyla, nehiriyle, gölüyle deniziyle mekânlar birbirinden nasil ayrılır insan zihninde, ruhunda? Elbette ki tüm bunların bir insan için ifade ettiği tüm anlamda, hissettirdiği her duyguda yine bir başka insan etkili. İstanbul mesela… Bir çok yönüyle New York City’ye benziyor, öyle görmek isteyen için. İki yakayı birbirine bağlayan köprüleri, kırsalı ve şehri sinesinde barındıran tezatları, birçok milletten, dinden, dilden oluşan karma nüfusu, ülkenin bir nevi kalbi olması… Ama yine de ne İstanbul bir New York City ne de New York City bir İstanbul! İstanbul’da doğdum, İstanbul’da büyüdüm, İstanbul’da yuva kurdum, İstanbul’da anne oldum, İstanbul’da öğretmenlik yaptım, İstanbul’da binlerce öğrencimle birlikte gelecekleri için hayal kurduk ve onlara uzanan yolların taşlarını döşedik. İstanbul bir aşk(tı) benim için. Uzun süre görmeden asla duramayacağım münevver bir beldeydi. Gece gündüz asla durmak bilmeyen hayatın akışı tam da benim hayatım gibiydi, hayat felsefem gibiydi. Bir yandan binlerce yıllık geçmişin dokusu bir yandan modern silüeti… Bir yandan baharda boğazda açan erguvanların ve denizin birbirine karışan mis kokusu bir yandan trafiğin çıldırtan keşmekeşi… Hiçbir şeyinden vazgeçemeyecek kadar aşkla sevdigim İstanbul!
Gel gelelim ki şimdilerde kırgınım İstanbul’a. Hatta çok da kızgınım. Küskünüm de aslında. Ancak böyle hissettiren ne balık ekmek yiyip turşu suyu içtiğim Eminönü, ne öğrencilerimle ve ailemle iftarlara gittiğim Sultanahmet, ne sahurlarda sabahladığım Eyüp, ne teravihler kıldığımız Süleymaniye, ne her Pazar çocuklarımla birlikte iyot kokusunu içimize çekerek yürüdüğümüz Sarıyer sahili, ne laleleriyle Emirgan Korusu, ne Kadıköy’e geçmek için Beşiktaş’tan bindiğim vapur, ne Beyazıt’a sahaflara gitmek için bindiğim tramvay, ne Üsküdar’dan elimde çayla seyrettiğim Kız Kulesi, ne 15 yılımı sadece ve sadece öğrencilerime adadığım okullar… Daha çok yazardım ama harfler de satırlar da yetmez ömrümün yegâne aşkı İstanbul’a sevgimi anlatmaya. Kırgınlğımı, kızgınlığımı, küskünlüğümü anlatmak daha kolay. Can ciğer dostum derken bir gecede arkasını dönen insanları. Nerden geldiği belli olmayan, apansız belirip hayatları alt üst eden bir elin araya duvarlar dizmesine, fersah fersah kutuplara itilmeye izin veren insanları. Kâh arkadaşım, kâh ailem dediğim insanları…
Asla bir İstanbul olmayacak belki ama, şimdilerde New York City de gülleriyle güzel kokuyor bana. İki yakayı birbirine kavuşturan Brooklyn Bridge de ışıl ışıl. Artık Emirgan’da değil Central Park’ta kahvaltı yapıyoruz bazı Pazarlar. Long Island Railroad hattı treniyle Manhattan’a, kütüphaneye veya kitapçılara gidiyorum Beyazıt’taki sahaflar yerine.
Velhasılı İstanbul’un yerini hiçbir belde dolduramayacak bile olsa, hayatımın en önemli dönemlerini İstanbul’da geçirmiş de olsam, anılarım burnumun direğini sızlatsa da; kırgın, kızgın, küskün hissetmediğim bir şehirde olduğum için şükürle bastırıyorum özlemi…